VİŞNE ŞARABI:
- Hasan Parlar
- 9 Şub 2021
- 4 dakikada okunur
VİŞNE ŞARABI: Taşköprü, göl taşmadan önce daha yeşillikti, akar kenarında ve eski caminin yakınlarında, köy tarlasında ve tepenin altındaki karasu da söğütlükler, Akarın kenarında bir Armut ağacı vardı. Bahçelerde ve avlu içlerinde iğde, akasya ağaçları bulunurdu. İzzet’lerin avluda büyük bir akasya vardı dalları yola taşan.
Somuncu İsiin(Hüseyin)in avluda büyük bir dut ağacı vardı. İlk Okula gitme çağlarında duvar üzerinden, sarkan dallardan dut yediğimizi hatırlıyorum. Fikret Somuncular bu ağaçtan düşerek bacağını ( yoksa kolu muydu?) kırmıştı.
Aşlakların ev arkasında ki bahçede yuvarlak kırmızı erik ağaçları vardı. Taliplerin Alinin bahçede zerdali ve vişne ağacı ile büyük bir iğde ağacı vardı, bu iğde ağacının dallarına salıncak kurardık. Yine Haşim Aksoy’un eski cami yanındaki evinin bahçesinde, Dudu Ali’nin avluda, Dortlu Kadının bahçesinde ağaçlar vardı.(Haşim Aksoy’un okul yanındaki son evide park gibiydi).Genellikle her evin bir dış avlusu olur, hayvanlar,tavuklar için, birde daha korunaklı iç avlu da yeşillikler,çiçekler,asmalar olurdu, ev içinde pencere kenarlarında, saksılarda sardunyalar(sakız çiçekleri), küpeliler, aslan ağızları, menekşeler,güller,zambaklar….
Sonra göl taştı, eski cami tarafındaki, ev yerleri su içinde kaldı, bu ağaçlar kurudu, kesildi. Akar kenarındaki söğüt ağaçlarının kurumuş dalları taa çatala kadar uzun seneler su içinde görünürdü.
Yahsiyan’ın (Gölçayır) meyveciliği meşhurdu. Elma, kayısı kuruları alınır, kışlık hoşaflıklar hazırlanırdı. 1950-60’lı yıllarda at arabaları, öküz arabaları ile Yahsiyan’a gidilip, muhtardan izin alınıp, Ormandan, muhtarın gösterdiği ağaçlardan Ahlat, elma toplanıp, muhtarlığa küçük bir miktar yardım yapılıp köye dönülür ve kışlık, ahlat turşuları, elma kuruları hazırlanırdı. Yaz mevsimi meyve bakımından bol olurdu,
Yine bir yaz günü ramazan ayı, yaz aylarına denk gelmişti. Ördek Yusuf’un(Yusuf Kıldı) annesi Hatçe İnge(yenge), bir küp içine, üzüm hoşafı hazırlamış bütün bir ramazan idare edecek şekilde, zamanla hoşaf sirkelenmeye başlamış... Bir akşam iftar yemeğinin sonunda hoşaftan serin serin içiyorlar, akşam namazlarını kıldıktan sonra radyoda oyun havaları çalıyor. Yusuf amca neşeli bir şekilde ‘’Ana be, benim türkü söyleyceem gelee…’’ deyince, Hatçe inge ‘’ be Yusuf bu radyo çok güzel çalaa be ya… essah benimde oynaycaam gelee…’’
Benzer bir hikaye; Prof. Dr. Yusuf Alltıntaş imzasıyla sosyal platformlarda yayımlanıyor, Denizli şivesi ile okunması hoş olan ‘’Bekilli’nin meşhur Küp Vişne Şarabı’ nın 1962 yılında ki icat öyküsü’’:
Şapkacı Hasan (babam) şu andaki evimizi, bağların arasına 1957 yılında yapmıştı. Arka tarafta ki, üstü kiremitli, kerpiçle çevrili barakanın bir kenarında keçimiz, ortada yufka ve toprak haranında (tencere) yemek pişirilen ekmek evi, batı köşesinde de ‘’ hela’’ vardı. Ekmek evinde anamın halı ağacı, odunları, bağ çubukları yani Bekilli deyimi ile ‘’gübürt ve ayın oyun’’ vardı. Ekmek evine bitişik ufak kümeste de bir Denizli horozu ve birkaç tavuk beslerdik. Keçi ve tavukların bakımı benim ve ablamın görevi idi.
Evin bahçesinde türlü çeşit güller, üzüm bağları, şeftali, armut, elma, kiraz ve vişne ağaçları vardı. İkinci katın penceresinden üzüm ve meyve koparabiliyorduk. Evin önünde halen duran çam ağaçlardan birini Efendi Kümesinin ağaçlandırılmasında çalıştırılan ablam orta okulda iken; öbürünü de Zıntı’daki seferberliğe katılan bendeniz ilk okulda iken dikmiştik. Artık çamlar hariç bahçe kalmadı, şimdiki şaraphane evin etrafını betonla çevirdi. Anam bahçeden topladığı vişnelerin suyunu sıkar, cam şişeye doldurur, alt odada ki pencerenin kenarında bekletip vişne şurubu yapardı. Elmalardan reçel, domates ve biberlerden de turşu yapardı. O zamanlar bağ ve bahçemiz de yoktu, ve tam rençber kızı olan anam, esnaf karısı olmayı bir türlü içine sindiremeyip babamdan gizli Uruz Bey mevkisinde dört dönüm çorak tarla almıştı. ‘’Çocukla ellerin gızanlarından darıya (mısır), düğleğe (kavun), acıra (salatalık) hevesleniyo, içim gidiyo da ondan aldım!’’ diye bizi babama karşı siper edinmişti.
O yıllarda buzdolabı, bütan gazlı ocak, modern Tuvalet yoktu, Bekilli de. Sebzeler ve pişirilmiş etli yağlar sıcağın en az işlediği sergen dediğimiz, fare kapanlarıyla korunan tahta kilerlerde tutulurdu. 1962 yılı yazında bendeniz ilk okulu ikinci sınıfı bitirip mahalledeki çocuklarla çember, çaputdan yaptığımız top, çelik-çomak ve cam sırçalarla(misket), çağala (zerdali çekirdeği) kumar oyunları ile meşguldüm. Mühtülerin Süleymanların çatısına da Tommiks ve Teksas’ları zula etmiştik, gizlice okuyup batı edebiyatına ‘’açılım’’ yapıyorduk.
Komşumuz Cırıklardan, ağır başlı ve efendi olan Lütfi dede vefat etti. Anadolu’da adettir, vefatdan kırk gün sonra mevlüt okutulur. Komşu hanımlar Mevlüt okuyan hocalar ve ziyaretçilere ayranlar, şerbetler ve çaylar sunarlar. Lütfi Dedenin mevlüdün de, o zamanki Bekilli’nin nefesi kuvvetli meşhur hocalarından Mehmet Ali Hoca, Kuş Hoca(Alaettin’in dedesi), Yumru Hafız ve onlara katılan Aballardan Terzi Hacı Amca yürekleri dağlayacak kadar yanık sesleriyle Kuran’dan ayetler, Mevlana’dan ezgiler okuyup dinleyicileri gözyaşlarına gark ediyorlardı. Bizler de cadde de oyun çevirip, çocuklara verilecek şeker ve leblebileri bekliyorduk. Anam pencere de beklettiği vişne şurubunu toprak testideki soğuk su ile karıştırıp hocalara vişne şerbeti olarak taşımaktaydı. Vişne şerbeti ile ses tellerini yağlayan hocalar daha da coşup, duaları gazel çekme seviyesine yükselterek, ışıldamaya başlayan gözlerle; ‘’Haccanım Gızım, bek hoş geldi, ciğerimizi hem soğuttu bu temmuz ıscağında, hem de gırtlağımızı yağladı bu şerbet. Daha va mı?’’ Dedikçe anam bizim bir yılda tüketeceğimiz vişne şurubunu hocalara taşımış. Son damlasını hocalara vemeden.’’Cavırın (Bekilli’deki anlamı; yaman, akıllı, kurnaz) hocaları, hepsini gurutmadan bi dadına bakıverim, bi kupa da Şapkacıya ayırıyım!’’ diyerekten önlemini almış. Şerbetin tadını hiç beğenmeyen anam: ’’Acı bişi bu, hocalar nesini beğendi bunun?’’ diye söylenmiş. Hocalar neşeli bir şekilde bizim Vişne şurubunun dibini, Mevlüdün de sonunu bulmuşlar. Babam Şapkacı dükkanından geldiğinde anamın ilk işi hocaları gammazlamak olmuş: ‘’Len adam! Gurduğum vişne şurubundan aha bi gumgum (bir iki yudum) galdı. Ben datdım, acımış geldi dilime, emme hocalaa hepsini içdilee, bize bişi gomadılaa!’’ Sivri zekalı, icatçı Abalların en küçük oğlu Şapkacı Hasan vişne şurubunu tattığı gibi zıplamış havaya ‘’Yaşşa hanım, sen yeni bir şarap çeşidi icat etmişsin bilmeden. Pencereye koyduğun vişne suyu fermente olup, şaraplaşmış. Bize yeni ekmek kapısı doğdu, zaten şapka giyen de galmadı Bekilli’de!’’ Babam 1965 te ekmek evimizi yıkıp yerine şimdiki şaraphaneyi kurdu. Önce Vişneden kekre şarap yaptı, pek tutmadı ve sonra şimdiki meşhur Vişne Mistel’ine terfi ettirildi.
Türkiye’de bir ilk olan Vişne şarabımızın icadını anam yaptı. İlk tadımını yapanlar da Bekilli’nın namlı, şöhretli, nefesi ve imanı büsbütün rahmetli imamları idi.


Commenti